30 Haziran 2015 – Şeyh mi İnsan mı?

Yaklaşık 6 çarşambadır düzenli olarak buradan siz okuyucularıma kendi bilgi, öngörü ve tecrübelerim doğrultusunda Türkiye Siyasetini yorumlamaya çalışıyorum. Bu 6 haftalık süre boyunca ne kendimden, ne siyasi görüşümden bahsetmediğim gibi uzaktan gözlemleyip öğrenmeye çalıştığım “Samandağ Siyaseti” hakkında şimdilik susmayı tercih ettim. Aklımca 7,5 yıllık aradan sonra döndüğüm baba toprağı Samandağının; benim de mensubu bulunduğum halkının düşünüş tarzını, yönelimlerini, tepkilerini, zaaflarını, dirençlerini ölçmeyi, fikirlerim belirli bir olgunluğa kavuştuğunda ise sizlerle paylaşmayı planlamıştım. Kendimden bahsetmeme sebebim ise kendini anlatanların egolarını tatmin amacıyla hareket ettikleri önyargısına sahip olmamdandır.

Çok üzgünüm ki bu haftaki yazımda birazcık kendimden bahsetmek zorunda kalacağım. Zorunda kalacağım diyorum çünkü konunun anlaşılması için beni tanımanız önemli.

Ben, henüz 26 yaşında, her Samandağ evladı gibi zor şartlarda okumuş, 26 yaşına kadar babasını belkide toplamda sadece 3-4 yıl görebilmiş yani bir nevi babasız büyümüş, sahip olduğu herşeyini bir “mirasyemedi” olarak kendi tırnaklarıyla kopartarak kazanmış, helal ekmek derdinde olan, 7,5 yıllık Kocaeli geçmişinin akabinde Mart 2015’te aranıza dönmüş bir emekçinin oğlu, oğlunuz, abiniz, kardeşiniz Ali Beyazım. Bir çoğunuzun sokaklardan aşina olduğunuz yüzüm hiçbir zaman size “Avukat” olarak tanıtılmadı. Zaman zaman kah trafik cezası kesen polis memurunun “neden avukat olduğunuzu söylemediniz” söylemlerine, kah adliye çalışanlarının “bilseydik avukat olduğunuzu, biz sizi vatandaş sandık” söylemlerine maruz kaldım. Boyası dökülmüş kartal model arabamla, kirli sakalımla, düğmeleri zor tutan gömleğimle ben hiçbir zaman ye kürküm ye diyenlerden de olmadım. Çünkü ben sıfatımla değil ismimle bilinmek istiyorum. Çünkü ben sıfatıma değil ismime saygı duyulmasını istiyorum. Fakat bazıları öyle değil anladığım kadarıyla, tek varlıkları sıfatları olan insanlar da varmış. İşte bu yazıyı yazmamı güdüleyen şey de bu oldu.

Tabi bir yandan da takip edenlerim arasından “neden bu hafta çarşamba değil de salı yazdı ki” diye düşünenler olabilir tahmin edebiliyorum. Çarşamba günü de yine her zaman ki gibi Türkiye Siyaseti üzerine yazacağım. Bu yazı alışılagelmedik bir şekilde, olağanüstü bir durum üzerine yazıldı.

Konumuza dönecek olursak; 7,5 yıllık aranın sonrasında döndüğüm Samandağında hatırını kıramayacağım insanların ısrarları üzerine geçtiğimiz pazar Uzunbağda bir dini merasime katıldım. Tören sırasında benim faliyet göstermem gereken bölüme gelince töreni yöneten adını sonradan öğrendiğim Süleyman R. isimli şeyhimizin (soyadını aileye zarar vermemek için telaffuz etmiyorum) kulağına eğilerek arapça bilmediğimi, bana türkçe talimatlarda bulunursa sorunsuz bir şekilde gerekenleri yapabileceğimi söyledim. Yaklaşık 80-100 kişinin bulunduğu cemaatin önünde bana herhangi bir cevap vermedi. Ben de yanlış birşey söylemiş olduğumu düşünerek utandım. Şeyhimiz arapça bilmediğimi az önce söylememe rağmen bana arapça talimatlarda bulundu, yanındaki hayırseverler olmasaydı ne yapacağımı bilemeyecektim. Kör topal, kan ter içinde elimden geleni yaparken secdeye eğildiğim sırada arapçayla ve sitemkar bir ses tonuyla cemaate birşeyler söyledi. Tabi arapça anlamayan ben olumsuz birşeyler söylediğini tahmin ettim ama törenin bozulmaması için beni davet edenlerin hatrına susmayı tercih ettim. Tören sonunda sofra kurulurken ise bir yakınımdan şeyhin o sözlerle; top sakallı insanları bir daha böyle bir görevle görevlendirmeyeceğini, cemaate “bunun gibi adamlarla bana gelmeyin” dediğini öğrendim. Tabi sinirlendim ama töreni bozmamak adına sofradan kalkmak dışında hiçbir şey yapmadım, yapamadım.

Tören; benim arapça talimatları anlamaya çalışmam, hiç olmayan şivemle arapça konuşmaya çalışmamla kahkahalar eşliğinde sona erdi. Belki de günün tek güzel olayı onca insanı herhangi bir özel çaba göstermeden güldürebilmemdi, belki de bundan utanmam gerekirdi, bilemiyorum. Tabi o an sinirli olduğum için bunun sonradan farkına vardım ve kendi halime ben de gülüverdim. Benim layık görüldüğüm bir görevi de kör topal tamamlayabilmiş, geleneklerimize kendimi bir nebze ait hissetmiş olmanın vermiş olduğu yarım gururla belki de sizin rezillik olarak değerlendirebileceğiniz bu durumu, toplumdaki bir yarayı kapatmak adına sizlerle paylaşmaya karar verdim.

Peki sorun neydi? Sorun benim arapça bilmemem miydi, yoksa bıçkın delikanlıların deyimiyle “kahveye girebilecek kadar” düsturlu; genç olduğumu, genç avukatların deneyimsiz dolayısıyla başarısız olduğu önyargısına sahip müvekkillerden gizlemek, olgun görünmek için bırakmış olduğum sakal mıydı? Benim neden arapça bilmediğimi sorabilmeyi kendinde hak görenler; bugüne kadar ne şartlar altında okuduğumu, bu yaşıma kadar ne yediğimi ne içtiğimi, nasıl yaşadığımı merak etmiyorlarsa ve tek merak ettikleri buysa vereceğim cevap onları tatmin edebilir mi? Arapça bilmiyor olmamın beni dini vecibelerimden soyutlamasını mı haklı buluyorlar yoksa? Dışarıda yetişmiş bir anne, Suudi Arabistandan arada bir izne dönen ve henüz ona “siz” yerine “baba” demeye yeni başlarken gurbete geri dönen baba ve maddi imkansızlıklardan dolayı ev-okul dışında herhangi bir faaliyeti olmamış, malum gelin-kaynana muhabbetleri yüzünden ailesinden soyutlanmış birinin Arapça bilmemesi mi garip geliyor yoksa?

Biz ne zaman kılık kıyafete bakar olduk? Kabesi insan olan bizlerin görünüşlerine göre insan ayırma hakkımız var mı? Diğer illerde üniversite gençliği sayesinde modernliği ve hoşgörüsüyle adı duyulan Samandağın, insanlar arasında bu kadar ilkel bir ayrımı yapabilecek kapasitede bir dini öndere sahip olması makul mudur?

Yoksa sorun; arapça bilmediğimi beyan ettiğim halde hem de secdeye yatmışken arkamdan konuşan, neden arapça bilmediğimi sorgulamak yerine arapça konuşamadığım için dini bir vazifeyi hakketmediğimi, 80-100 kişinin önünde, benim ise gözümün önünde (ama arapça bilmediğim için arkamdan konuşmak suretiyle) beyan eden; hatta adeta vebalıymışımçasına beni ibretlik olarak cemaate takdim ederek, bir daha benim gibilerle karşısına gelinmemesi telkininde bulunan “şeyh diyerek diğer şeyhlerin kalbini kırdığımı düşündüğüm” sayın Süleyman Beyin kendisinde mi?

Karar sizin ey Samandağ halkı. O kadar mahkemeye o kadar yargıça rağmen karar her zaman olduğu gibi yine halkın vicdanının. Ben, 80-100 kişinin önünde olan bir hususu bütün çıplaklığıyla, abartmadan ve yalan söylemeden anlatmaya çalıştım. Hem de bu yazım üzerine belki de diğer şeyhlerin de devreye girmesi ile dışlanmam, soyutlanmam, karalanmam pahasına yaptım. Umarım şeyhlerimiz beni harcamak yerine makamlarına gölge düşüren bu gibi insanları aralarından ayıklar ve makamlarının ele ayağa düşmesine engel olurlar. Ve umuyorum ki arapça bilmeyen 2000 sonrası nesil, bu şekilde onlarca kişinin önünde küçük düşürülmez.

Ha benden “bu arkadaş neden kendi şahsi çıkarları doğrultusunda kendi sorununu halletmek, sinirini boşaltmak için gazete köşesini kullanıyor” diye de bahsediyor olabilirsiniz şu an. E böyle düşünmekte haksız da sayılmazsınız. Ama bu yazıyı yazmamın amacı; benim özelimden Nusayriliğe, insan odaklı bu mezhebin din büyükleri olan Şeyhlerimize ve inananlara yapılmış olan bu tür “içten saldırıları” ifşa etmek. Eğer ben öc almak amacıyla bu yazıyı kaleme almış olsaydım hiç çekinmeden şeyhin soyadını da verirdim. Fakat ben, kendisinin bana yaptığı gibi, kendisini ifşa edecek kadar küçük değilim.

Yazımı bitirirken dini büyüklerimize, Şeyhlerimize sesleniyorum; lütfen benim soğukkanlılığımda olmayan gençlerin böyle birşeyle karşılaştığında bir daha bu gibi törenlere katılmayacağı ihtimalini gözöünde bulundurun. Lütfen inancımıza gölge düşüren bu gibi kimseleri, “insan” olmaktan önce sıfatına sığınıp “şeyh” olanları, o makam meraklılarını aranızdan eleyin. Aksi takdirde yepyeni, pırılpırıl bir nesli harcıyacağınızı, geleneklerimizin sonunu getireceğinizi bilin. Bir çoğunuzun şeyhten önce iyi ve vicdanlı insanlar olduğunuzu ben biliyorum, bunu herkese gösterin.

Bu yazıyı yazarak iyi mi ettim bilmiyorum. Yarın öbürgün tehditler, telefonla tacizler vs başlayabilir bilemiyorum. Bildiğim tek şey ise korkanın hergün, korkmayanın ise bir kerede öleceği. Sürç-i lisan ettiysek affola. Yarın yine buradan görüşmek üzere…